Lüfer Aşkına!

Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’ne hiç girdiniz mi? İçerisinde Osmanlı Hanedanlığı esnasında kullanılan hususiyetle yapılan bir çok kayık, sandal vardır. Onları her gördüğümde içlerinden birkaçını ayırır, “acaba bu mudur lüfer yakalamak için yapılan sandal” derim. Çünkü bir hikâyesi vardır bu sorgu sualin. Şöyledir rivayet: Vaktizamanında İstanbul’un Mısır Kethudası (elçisi) lüfer aşkına (aşk diyorum zira bu sevgiden de öte bir şey) çeşit çeşit gümüşten zoka döktürüp, camlı ve özel köşklü sandallar yaptırırmış. Hem lüfer yakalar hem de çilingir sofrasını kurup balıkları o sandalda hazırlarmış.

Lüfere karşı bu büyük ilgi ve alâkayı yalnızca Mısır Kethudası beslemiyordu elbet. Tanzimat ve Batı düşüncesini yeni kuşaklara aktaran, “sanat sanat içindir” anlayışının da savunucusu olan Recaizade Mahmud Ekrem’in babası Recai Bey de bunlar biriydi. Av sırasında rahatsız edilmek Recai Bey’i epeyce sinirlendirirmiş. Ava gittiği bir gün, Sultan Abdülaziz tebdil-i kıyafet ile lüfer tutmaya denize açılmış. Sultan ve yaveri, tesadüfen Recai Bey ile aynı mıntıkada avlanmaya başlamış. Balık oltaya vurmadığı için bir hayli gergin olan Recai Bey dayanamamış ve Sultan ile yaverine basmış kalayı: “Çember sakalından utan, yanındaki şu geveze adamı neden susturmazsın? Burayı hep nabekârlar basmış.” Verip veriştirmiş. Tabii hem gecenin siyahından hem de padişahın tebdil-i kıyafetinden kendisini çıkaramamış. Gün dönmüş padişahın yaveri elinde bir tepsi lüfer ile Recai Bey’in kapısına dayanmış: “Dün padişahımız denizde size latife yaptı. Balık tutamamışsınız lütfen alınmayın, bu da size armağanıdır.”

IMG_9864.jpg

Zamanında İstanbul şehrinin efendisi olan lüferin, Lâle Devri gibi devri olduğu söylenir. Türk edebiyatında adını çokça gazelde, şiirde söz ettirmiştir. Sosyal hayatta da sadrazamların, padişahların, beyefendilerin, mülkiye yöneticilerinin, sade vatandaşın kısacası yaşamına kıymet katan bir halkın incisi olmuştur lüfer. Kimisine göre boğazların efendisidir kimisine göre de denizlerin haysiyetli balığıdır. Karafakilerde masaların rakıyla birlikte en heybetlisi olmuştur lüfer. 

***

Peki Lüfer Devri’nden sonra günümüzde geldiğimiz nokta nedir? 

Su Ürünleri Fakültesi’ne başlar başlamaz, balık nedir dedikten sonra o güzide konu açılıverirdi: “Ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrilidir.” Akabinde de, “peki neden denizlerden yararlanamıyoruz?” sorusu gelirdi. Fakülte birdenbire umut kıvılcımlarının oluşturduğu ışıkla parıldardı. 9 yıl oldu. Tahminime göre bu konular hâlâ ateşli ve heyecanlı bir biçimde işleniyordur. Ne var ki, durum halihazırda vehametini korumakta. Maalesef Türkiye, balıkçılık yöntemleri (avlama ve stok yönetimi de sayılabilir bunun içinde), dışa satım, su kirliliğini engelleme, koruma kontrol ilkeleri, bilimsel çalışmaların desteklenmesi, işletmeciliğin teşviki ve yönlendirilmesi, üretimi yapılan mahsüllerin satışı, tanıtımı gibi konularda oldukça geride kalmıştır. Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler düşünülecek olursa, neredeyse ilkel bir seviyededir. Durum soyunu sürdürmekte zorluk çeken lüfer gibi balıklarda ise daha da ciddi. Neden mi?

IMG_9863.jpg

Lüferlerin denizlerimizde soyunu devam ettirebilmesi için yumurta bırakmaları gerekiyor. Bunun için de lüferlerin en az 23 cm uzunluğuna erişmeleri lazım. Eğer ki tam anlamıyla sağlıklı bir lüfer erişkinliği isteniyorsa, bunun karşılığı da 27 cm’dir. Daha iyi anlatabilmek için, biraz daha detaya girelim. Lüfer, erişkin bir balık olduktan sonra yüzbinlerce yumurta bırakır. Bu yüzbinlerce döllenmiş yumurta, larvalık dönemini kayıpsız atlatamıyor. Yavru balıklıktan ergin balığa geçiş yapacak olan küçük lüferler, yaşam döngülerini devam ettirmekte pek dirayetli olamıyorlar. Bu evrede çokça balık kaybı yaşanabiliyor. Mesela, bir lüferin bıraktığı 150 bin yumurtadan sadece 1500 tanesi 20 cm’yi geçebiliyorsa, türün devamlılığı için bir sonraki yılda bunların yaklaşık yüzde 10’unun hala yaşıyor ve yumurta döküyor olması gerekli. Diğer bir ifadeyle, bir balık 150 bin yumurta döküyor ve bunun sadece onbinde biri 2 yıl boyunca yaşamayı başarabiliyorsa denizlerdeki sistem kurulmuş oluyor. Biz yapmamız gerekeni yapınca, gerisini cömert doğa ve ekolojik sistem hallediyor.

Peki biz üzerimize düşeni yapıyor muyuz? Dünya üzerindeki lüferlerin 3’te 1’inin avlandığı Türkiye, bu hususta soyun devamlılığını sağlayan bir lokomotif gibi hareket etmesi gerekirken bu balığın yok olması için elinden geleni yapmaktadır. Kısa bir süre önce, Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren bir Bakanlık tebliğinde lüferin yasal avlanma boyu 25 cm’den 18 cm’ye çekildi. Daha açık söylemek gerekirse, yaşamını sürdürmek zorunda olan lüferin, yumurta dökmeden ve ergin bir balık olmadan avlanması, satılması ve tüketilmesine göz yumulmuştur! 

Lüferin ne geniş bir yaşam alanı, ne sefahatı, ne de kendini bir sonraki kuşağın içine salacak dirayeti kalmıştır. Ahir zamanda lüferin ölmeden önceki can çekişine tanıklık ediyoruz. Bazen önümüze servis edilen bir tabakta kendini içine kapatmış, eğrilmiş ufalmış bir sarıkanat sanki(!) Bazen de bahçede hoş gelen bir misafirin önüne konulmak üzereyken esen karayel rüzgarından kaçmak istercesine ızgara telinin arasından sıvışıp ateşi boylayan bir çinekop(!) Çoğu zaman da yasal zorunlulukların kisvesinde öldürüp satmak için; boyunu ve adını değiştirip türlü pazar yerinde, çarşıda ticaretinin yapıldığına tanıklık ediyoruz. Lüferin ıstırabını doğanın yüreğine salıyor, bir hal çare bulmasını bekliyoruz. Ancak yapacağımız şey, yol gösteren bir rehber olmadan, tek başına bu labirentin ta yüreğine kadar inip, yemek tutkularımızı karmaşık hale getiren bu yumağın ipini bulup çözmektir.

***

Lüfer haysiyettir, bu haysiyete gereken hassasiyeti göstermek de görevdir. Dünden aldığımız emaneti, mirası, borcu artık her ne koyarsanız adını, bunu yarına zararsız bırakmaktır. Bunun için de manevi olanın maddi olanın çok üstünde olduğunu hatırlamaya ihtiyacımız var. Belki de bir lüfer fanatizminin başlaması mecburidir. 

Balzac, gençlik çağında tavan arasında kuru ekmekten ibaret yoksul öğle yemeğini yerken, masaya tebeşirle tabak resmini çizdiği ve tabağın ortasına da en sevdiği enfes yemeklerin adlarını yazdığı söylenir. Böylece yediği kuru ekmekte o enfes yemeklerin lezzetini kendine telkin etmiştir. Ve bu lezzetin hayatının diğer yaşam alanlarında da ilham verici olduğunu hatırlatır. Belki Balzac’vari betimleme yapmamıza mahal verecek bir durumumuz olmayacak ancak kenarlardan başlayan karanlık renklerin ve karmaşık figürlerin ortalara geldikçe huzura kavuşup, aydınlık ve gerçek iç açıcı renklerin oluşturduğu bir Rembrandt resmi muhayyile edip, lüfer diyeti yapabiliriz. Lüferler, tanrıları olan insanların bu lütuflarını hissedecek, yaşam alanlarında tüm neşe ve heyecanlarıyla büyüyüp, saracaklardır tanrılarının maviliklerini.

1800’lülerin sonundaki eski İstanbulluların, kendilerini yönetenler ile birlikte lüfer mevsimini beklerken yaşadığı heyacanı tekrar yaşayabilmek nasıl da fevkalade olurdu hani. 

Erdal BÜYÜKTAŞ

(1990 yılında Tunceli’de doğdu. Su ürünleri fakültesinden mezun olup, yüksek lisansını da su ürünleri yetiştiricilik anabilim dalında yaptı. İstanbul’da yaşıyor ancak senenin belli belirsiz zamanlarında, başka ülke ve şehirlerde, yeme-içme kültürlerini deneyimleyip seyahat ediyor. Kalan zamanında ise reklamcılık yapıyor.)